4 Ekim 2012 Perşembe

LEYLÂ'YI TAKDİMİMDİR




        " Parkın çıkışında durup uzun süre arkasından izledi. Çok değişmişti Leylâ ama ne gariptir ki insanın yürüyüşü hiç değişmiyordu. Etkileyici bir yürüyüşü vardı Leylâ'nın, ardından geleni mıknatıs gibi çekerdi; farkına bile varmadan adımları sıklaştırıp yüzünü görme isteği oluştururdu insanda. Omuzları hep dik, başı vücudundan bir parça geride yürürdü. Uçlarında buklelenen siyah saçları uzun boynunu ve omuzlarını teğet geçip sırtına dökülürdü. Güçlü omuzlarına tezat beli ve kolları incecikti. Leylâ'daki sihirli formül Sevil'in her zaman ilgisini çekmişti. Süzülerek yürürken nasıl olup da bu kadar güçlü görünebiliyordu? İnce uzun bacakları yere kök salmak istercesine sağlam basardı. Efsunlu bir hare taşırdı sanki; Leylâ'yı gören onunla konuşan kayıtsız kalamazdı. Sadece güzelliği ile izah edilemeyecek bir çekiciliği vardı. Zeki, meraklı, heyecanlı ama güven veren; atak ama aynı zamanda zarif bir karakterdi. Sevil böyle sihirli bir birleşimin Tanrı'nın lütfu olduğunu ve Leylâ'nın hayatın hakkını vereceğini düşünürdü. Bir haber merkezinde stajyer olarak işe başladığını söylediği gün, onu dünyayı dolaşırken hayal etmişti Sevil. Yeni yerler, yeni insanlar tanıyacak, gerçeğin peşinde koşacaktı. Bir yıl sonra kutu bebeği olacağı hiç aklına gelmemişti. Sahi hangi ara bu hale gelmişti? "


             Hiç aklımda yokken beni romancı kendini de roman karakteri yapan bu genç kadın, yine hiç aklımda yokken bir blog açmam için hem ilham kaynağı hem de itici güç oldu.  Yaklaşık iki yıl önceydi, kendi kendimle al takke ver külah hesaplaşmalara boğulmuşken, Leylâ bir düğün dekorunda çıktı karşıma. Kar beyazı gelinliğinin içindeki hali nedense acı bir tat bırakmıştı bende, etkilendiğimi itiraf etmeliyim.  Ama onaltı yıl boyunca bir haberci gibi düşünüp, bir haberciye yakışan söz, eylem ve gerekçeler üretmeye programlı olan aklım böyle hayal oyunlarına hiç alışkın değildi, dolayısıyla onu pek ciddiye almadı. Rüya dediğin gece yatınca görülür, sabah uyandığında hayat tüm gerçekliği ve katılığıyla akmaya devam ederdi. “Akıllı ol” dedim, “Ayakların yere bassın”... “Basmasa ne olur ki? Bugüne kadar bastı da ne oldu?” demem dört beş ayımı aldı, o genç kadın ortalarda görünmese de gitmeden önce bir düğmeye bastığı kesindi. Zaten perdeyi ufacık aralamamla içeri sızıp anlatmaya başlaması bir oldu. Şimdi dönüp baktığımda bir hayalin peşinden gitmenin ne kadar gerçek olduğunu görüyorum. O güne kadar görmezden geldiğim nicelerini yaşam bahçesinde tek başına oynamaya terkettiğimi de düşünmeden edemiyorum. Hayal kurmanın, düşüncelerini bir kalıba dökmeye çalışmadan dinlemeyi öğrenmenin, kalbini kayıtsız koşulsuz açmanın –elbette ilk önce kendine- yeryüzünde ruhumuza nefes aldıracak yegâne kanal olduğundan şüphem yok artık.  Böyle başlamamış mıydık? Çocuktuk, kendimizi yargılamadan hayal kurup, bu hayali dünyada oynardık, mutluluğumuz ve kahkahalarımız tüm zamanlarımızdan daha gerçekti.
            Leyla’nın öyküsüne nokta koyalı epey zaman oldu, o artık kitapçı raflarında ya da kimbilir hangi okuyuca bıkıp usanmadan anlatmaya devam ediyor, yenileriyle buluşmak için zaman kolluyor. Ben oyuna yeni arkadaşlarla devam ediyorum. 
Sen de var mısın oynayalım? ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder